Ne kadar bütünsel bir konu aslında..
Sayfalarca yazsak yine de tam olarak açıklayamayacağımız bir bütünsellik…
Yaşamın her anının bir biri ile olan bağlantısını yüzyıllarca anlatsak bitiremeyeceğimiz gibi tek bir cümleye de sığdırabiliyoruz,
Evrenin yapısı frekanslar…
Timbre ismi de buradan geliyor aslında. Daha önce bu konuya hiç detay vermemiştim hazır ilk blog yazısı olarak giriş yaptığım noktayı bahane gösterip bu konuya da büyüteç tutmak istiyorum.
Timbre ismi aslında detayını keşfettikçe kendimle çok bağdaştırdığım bir isim haline geldi.. Müziğin "renk" veya “TIMBRE(tını)” sı olarak bilinen temel unsurudur diyebiliriz .
1849 fransasında ‘ses kalitesi’ anlamını taşıyan Timbre (“TAM-ber” olarak telaffuz edilir aslında ama ben okunduğu gibi ifade ediyorum çünkü bir marka isminden çok bir benliğe dönüştü TIMBRE yıllar içerisinde) daha önceleri ‘zil sesi’ (ispanyolcada da böyle bilinir) eski fransızca da ise ‘klaketsiz zil’, orijinal olarak ise ‘küçük davul’ anlamını taşıyor.
Ayrıca İtalyan anatomist Gabriello Fallopio (1523-1562) tarafından
‘kulak zarı’ anlamında tanıtılmıştır. Timbre aslında bir müzikal sesin, sesin perdesi, yüksekliği veya uzunluğu ile hiçbir ilgisi olmayan diğer tüm yönlerini tanımlar. Başka bir deyişle, bir flüt bir nota çalarsa ve ardından bir obua aynı notayı, aynı süre boyunca, aynı ses yüksekliğinde çalarsa, yine de iki ses arasında kolayca ayrım yapabilirsiniz çünkü bir flütün sesi obuadan farklıdır. . Bu fark seslerin tınısındadır yani timbre de…
Buraya ufak bir görsel bırakıyorum Flüt ve Trompet arasındaki tını farkını inceleyebilirsiniz.
Timbre bir müzik enstrümanındaki her notanın birden fazla frekans içeren karmaşık bir dalga olmasından kaynaklanmaktadır ve her bir dalga aynı zamanda bir renkle bağlantılıdır.
Çünkü alsında tını dediğimiz şey sesin rengidir. Ses dalgasının şekli (dalga formu) ve zaman içinde nasıl geliştiği de tınıya katkıda bulunur.
Farklı enstrümanlar ve sesler, seslerini tanımlayan karakteristik dalga biçimlerine ve dinamik değişikliklere sahip olmakla birilikte Timbre, sesteki harmoniklerden ve harmonik tonlardan etkilenir. Bunlar temel frekansa eşlik eden daha yüksek frekans bileşenleridir. Bu bileşenlerin benzersiz birleşimi her sese kendine özgü bir kalite kazandırır.
Temel düzeyde, madde de dahil olmak üzere evrendeki her şeyi titreşim veya salınım olarak tanımlayabiliriz. Bu titreşimlerin, çeşitli frekansların birleşiminden ve bunların etkileşimlerinden kaynaklanan bir "tınıya" veya benzersiz bir kaliteye sahip olduğunu gözlemleyebiliriz de.
Eğer ses tonunu yaratılışın temel bir yönü olarak ele alırsak, üç boyutlu bir uzayda insanlar da dahil olmak üzere karmaşık varlıkların oluşumuyla nasıl bir ilişki içinde olabileceğinin yolunu keşfetmiş oluyoruz.
İnsan da tüm maddeler gibi farklı frekanslarda titreşen atom ve moleküllerden oluşan ve bu titreşimlerin özel birleşimi, kişinin fiziksel, duygusal ve ruhsal yönlerini kapsayan benzersiz "tınısını" ortaya çıkarmakta
Yani bizim Aura rengi diye tanımladığımız şey aslında kişinin tınısıdır.
Tınıyı "sesin rengi" ya da benzersiz niteliği olarak kabul edersek, bu metaforu yaratılışı başlatan ilkel bir frekans ya da titreşim fikrine kadar da genişletebiliriz.
Özellikle bir çok metafizik ve manevi gelenek, evreni var eden ilkel ses veya titreşimden söz eder. Örneğin Hinduizm’de "Om" sesi, yaratılışın ilk sesi olarak kabul edilir. Bu kavram, temel bir frekansın veya titreşimin gerçekliğin karmaşık tınılarını ortaya çıkarabileceği fikriyle uyumlu olduğunun kanıtıdır. Bu fikri bir taslak halinde düşünürsek ve Timbre’yi karmaşık bir frekans modeli olarak görürsek, yaratılış için bir plan olarak da kabul edebiliriz. Bu, frekansların benzersiz kombinasyonları, atom altı parçacıklardan galaksilere ve canlılara kadar evrenin farklı yönlerinin oluşmasına alan açar.
Evrendeki her şey bir titreşimdir. Her şey titreşir. Bu titreşimler ve frekanslar gerçekliğin yapı taşalarıdır aslında.
Evreni, yıldızlardan insanlara kadar her unsurun kendi tınısıyla benzersiz bir nota çaldığı büyük bir senfoni olarak hayal edin. Evrenin çeşitliliği ve karmaşıklığı bu notaların uyumlu etkileşiminden kaynaklanmaktadır. Eğer insanlar benzersiz titreşim kalıplarının tezahürleriyse ki benim perspektifimde bu şekilde, sonuç olarak bilincin kendisi de bu karmaşık tınıların bir yansımasıdır. Dolayısıyla düşüncelerimizi, duygularımızı ve deneyimlerimizİ benzersiz titreşim kalıplarımızın ürettiği evrenin dili olan "müzik" olarak tanımlayabiliriz.
Bir orkestradaki farklı enstrümanların zengin ve birleşik bir müzik parçası yaratması gibi, yaratılışın çeşitli "tınıları" da birbirine bağlı ve tutarlı bir gerçeklik oluşturur. Nasıl ki iki insanın birbirine kendini ifade etme şekli ses frekanslarından oluşan iletişim ile mümkün oluyorsa evrenin kendi sarmal yapısının her bir yansıması kendinden doğan patternler yani fraktallar şeklinde yansır. fraktallardan bahsetmişken kısaca fıbonacci sayı sekansını hatırlatmak istedim aranızda bilenleriniz vardır, desen tekrarlarına ne kadar çok girerseniz, desen tekrarlarını o kadar uzatır ve genişletirsiniz. İçeride olduğu gibi dışarıda da, yukarıda nasılsa aşağıda da öyle.
yani matematiksel denklem 1,3, 5, 8, 13, 21, 34 vb.
Dolayısıyla en basit halinde bile iletişim ses ile gerçekleşiyorsa bütününde gerçekliği bununla eşdeğerdir. Tıpkı ciğerlerimizin ağaçlara gözlerimizin galaksilere benzemesi gibi. Tümden gelim veya tüme varım her iki perspektif de kaynağı işaret eder.
Bu temel fikirden yola çıktığımızda sistemin bir bölümündeki değişiklikler de bütünü bu oluşturulan frekans titreşimleri ile etkileyebilir, tıpkı bir enstrümanın çalınmasını değiştirmenin senfoninin tamamını etkilemesi gibi. Tıpkı geçtiğimiz senelerde yapay bir virüsün yaydığı titreşimin tüm dünyayı etkisi altına alması gibi.
Gerçekten de insanların ve tüm yaratılışın, üç boyutlu bir alemde ifade edilen ilkel bir ses tonunun yansımaları olduğunu öne sürecek kadar cüretkar davranacağım. Bu ilkel tını ya da yaratılışın ilk frekansı diye tanımlayabileceğim titreşimin kendisi, evrenin karmaşık senfonisini başlatan temel titreşim olarak da kabul edilebilecek kadar sağlam bir kaynağa sahip.
Diğer bir çok perspektifteki görüşler gibi evrenin yapısının kendisini tezahür ettirme hali birçok farklı frekansların bir araya gelmesinden ibaret. Görünen her şey bu kozmik frekans yapısının kendini ifade etme şekli.
frekansların titreşimleri yani dalga boylarının ortaya çıkardığı enerjiden doğan "ışık" ise "elektromanyetik spekturumun" insan gözü tarafından algılanabilen kısmı içindeki "elektromanyetik radyasyon" olarak tanımlanıyor.
Işık denildiğinde ilk başta aklımıza görünür olan renkler gelmesi çok normal çünkü bizler fizik alemde gerçekliği somut kanıtlar üzerinden belirliyoruz. Fakat görünür olan ve olmayan radyasyon yani "ışıma", enerjinin yayılım ve taşınması anlamını taşır. "elektromanyetik radyasyon" ise elektromanyetik dalgaların; boşlukta ışık hızıyla, diğer ortamlarda ise ışık hızından düşük hızlarla hareket etmesiyle oluşmakta.
Görünür olan ışık, Genellikle 400-700 nanometre dalgaboyu (veya 750-420 terahertz frekans) arasında kabul edilir, elektromanyetik spektrumun daracık bir bölgesidir ve fiziksel anlamda "ışık" kavramının çok küçük bir kısmını oluşturur (yaklaşık %0.0035).
Görünür olmayan ışık ise kızılötesi ve morötesi arasında 4.00 × 10−7 ile 7.00 × 10−7 m dalga boyları olarak tanımlanır. Bu dalga boyu yaklaşık 430-750 terahertz (THz) frekans aralığı anlamına gelir. Kişinin tınısı(timbre) yani aura rengide bu kategoriye girer.
Işığın temel unsurlarına baktığımızda da;
şiddeti, yayılma yönü, frekansı, kutuplanması olarak maddeleyebiliriz.
Işığın hızı vakumda ise her zaman 299.792.458 m/s'dir ve bu sayı, doğanın temel sabitlerinden biridir.
c=f×λ , “c” değeri sabit (ışık hızı= frekans X dalga boyu), frekans ve dalga boyu değişkendir ve Işığın enerjisine göre değişir.
Titreşim ve frekans arasındaki fark ise,
titreşim ileri geri giden bir şeydir. Örneğin gitar teli çalıyorsanız, tellere dokunduğunuzda tellerin hareketiyle titreşim oluşur ve sonrasında da ses ortaya çıkar.
Frekans, titreşimin ne kadar hızlı veya sık meydana geldiğidir.
Frekans aslında 3. boyuttaki(dualite) perspektifte zamanın ölçüsüdür
(1 saniyedeki devir sayısını gösterir). fakat ışık yılı zaman ölçü birimi değildir, mesafe ölçü birimidir. ölçülen ışık yılı uzaklığı bir yılda ışığın kat ettiği mesafe anlamına gelir. (plank sabiti)
Işığın hızı ise yaklaşık 300,000 km/s'dir. (Tam olarak 299,792,458 m/s'dir). Aslında bu çok tartışmalı bir konu, çünkü ışık hızını ölçmek için kullandıkları yöntem gidiş-dönüş yönü üzerinden kullandıkları bir yöntemdi, nitekim bunun üzerinden kabul edilir bir ölçüm yapıldı fakat işin aslı şimdiye kadar hiç kimse ışığın hızını tek yönde ölçmeyi başaramadı.
Gerçek şu ki bunu ikilik perspektifinden algılayarak sadece fizik kurallarına göre çözümlememiz mümkün değil, kutupluluk bakış açısında başlangıç ve son olarak yapılan ayrım ışığın hızını ölçme deneyini, sadece görünen ışık üzerinden ele alır dolayısıyla ışığın kavram olarak değil algınan kısmı üzerinden bir sonucuna ulaşmış oluruz çünkü 3. boyut yapısındaki ışık titreşim frekansı kuantum alanındaki foton yani plasma ışık frekansından farklıdır. Ayrıca buradaki zaman algısı da bu titreşimlerin sonucu uzay olarak tanımlandırdığımız kuantum alanında ki plasma ışık titreşiminde oluşan ve varolduğunu tahmin ettiğimiz zaman algısı ile birbirinden çok farklı olduğu için sadece fizik kurallarına dayandırarak bulduğumuz sonuç yetersizdir. Kuantum fiziği, kuantum mekaniğinin doğası, öklid uzay yani kartezyen koordinat sistemi, altın oran, fibonacci sayı sekansı ve analitik geometri ile ortak bir perspektiften açıklamadığımız sürece bu tanım evreni iğne deliğinden görmekle eşdeğerdir en azından ben böyle düşünüyorum.
Aynı zamanda bu matrix yapısını da içine alan bambaşka bir başlık o yüzden bu başlığı ayrı bir yazıda daha detaylı aktaracağım.
Işığın hızına geri dönecek olursam,
einstein'ın izafiyet teorisi yani görelilik kuramı, fizikte uzay zaman arasındaki ilişkiyi açıklayan bilimsel bir teori olarak karşımıza çıkıyor haliyle. çünkü hepsi birbirine bağlı birer algoritma,
Kısaca bir aktarmak istiyorum ki yazının devamında frekanslar üzerinden gerçekliği algılama şeklimiz konusunda daha bütünsel bir perspektif sunabileyim.
Bu teori, iki varsayıma dayanmakta;
Fizik yasaları, tüm süredurum referans çerçevelerinde (yani ivmesiz referans çerçevelerinde) değişmezdir (yani aynıdır).
Işık kaynağının veya gözlemcinin hareketinden bağımsız olarak vakumdaki ışığın hızı, tüm gözlemciler için aynıdır.
Einstein'ın teorisi, Galilei'nin Görelilik Prensibi ile doğrusal ve değişmeyen hareketinin durumu ne olursa olsun tüm gözlemcilerin ışığın hızını her zaman aynı büyüklükte ölçeceği önermesini birleştirir.
Bu teori sezgisel olarak algılanamayacak, ancak deneysel olarak kanıtlanmış birçok ilginç sonuca varmamızı sağlar.
Özel görelilik teorisi(izafiyet teorisi), uzaklığın ve zamanın gözlemciye bağlı olarak değişebileceğini ifade ederek (ki bu da aslında matrix'te bilincin perspektifine bağlı gelişen kuantum algoritmasının kişiye göre değişen kodlamalarından dolayıdır ve zamanda yolculuğun bilim açısındanda kanıtıdır) Newton'ın mutlak uzay zaman kavramını anlamsızlaştırır. Genel görelilik teorisi de yine bunun mümkün olduğunu söyler fakat kütle çekimine bağlar yani bulunduğunuz yere bağlar. İki farklı yerde bulunan kütle çekimleri farklı olan ortamlarda, birinin diğerine göre zamanın akışının farklı olduğu (titreşimden doğan ışık hızı) için aslında bir zaman yolculuğudur. Bunun ispatı 1971 yılında Hafele Keating deneyi ile yapıldı. Atom saatleri ile yapılmış meşhur bir deneydir ve atom saatlerinde nano saniyeler düzeyinde farklılaşma gerçekleşmiştir) gözlemlenmiş ve zaman yolculuğu bir nevi kanıtlanmıştır.
Uzay ve zaman gözlemciye bağlı olarak farklı algılanabilir. Bu teori, madde ile enerjinin ünlü E=mc² ( e(enerji)=m(kütle) x c(ışık)²) formülü ile birbirine bağlı olduğunu da gösterir. Bu şu demektir; ışık hızına ulaştığın anda sonsuz kütleye ulaşılır ve her şey donar dolayısıyla zaman da donar yani 0 noktası, daha da net ifade edersek dualite perspektifinin tam denge noktası.
nasıl ki biz an'da dengelendiğimizde(kaynakla hizalandığımızda) zaman algımız değişiyorsa 3. boyut gerçekliğinde ki X ve Y ekseninin
tam 0 noktasında da zaman algısı ortadan kalkıyor daha doğrusu
3. boyutun sınır noktasına ulaşmış oluyoruz. ışık hızını donma noktası olarak kabul edersek yani saniyede 300.000km hızla a noktasından b noktasına gidersek, 3. boyut mekan algoritmasında gideceğimiz yere daha hızlı varıyoruz açıkçası zamanı hızlandırmış oluyoruz. fakat diyelim li 300.000km hızı aştık, peki nereye gidiyoruz?
mantıken geleceğe gidildiğini düşünüyorsunuz fakat işin aslı öyle değil, aslında geçmişe gitmiş oluyoruz. ki nitekim einstein'ın bu konuda ispatladığı hareket denklemi de zaman geriye döndürüldüğünde gayet iyi çalışıyor. 4. boyut olarak kabul edilen zaman, gözlemciye göre değişen bir perspektif ise o halde zaman algısını değiştiren şey ışığın hızı değil bilincin titreşim seviyesidir diyebilir miyiz?
zamanda yolculuk, madde olarak ışık hızını aşmak fikri üzerinden ele alındığı için, somu kanıtlar üzerinden değerlendirilir. halbuki zaman algısı bilinçsel bir eylem sonucu değişen perspektife bağlıdır.
sonsuzluk işaretini düşünün, '♾️' dualite perspektifinde bu sonsuzluk işaretinin tam orta noktası zamanın donduğu dediğimiz nokta yani 'an' da olduğumuz nokta.
geçmişin keşkesi ve geleceğin kaygısı arasında denge noktası olarak da ifade edilir bir çok öğretide. geçmiş ile alakalı keşke dediğimiz duygu durumundan ayrışıp, gelecek için kaygıdan da arındığımızda bu denge noktasını deneyimlemeye başlarız. bu nokta da sabitlenme hali çok daha yüksek frekans titreşimi yaratır, önce bilinç olarak sonra bu titreşimlerin
yaydığı manyetik alan ile madde plandaki realiteye yansır.
realiteler arası solucan deliği dediğimiz geçişler de bir nevi zaman yolculuğun gerçekleştirildiği köprülerdir. hatta bunlara
einstein rosen köprüsü de denir. bunun gerçekleşme hali kara deliklerin kütlesiz ve herşeyi yutan yapısı ile, kuasar dediğimiz tüm bu kara deliklerin yuttuğu şeyleri kusan süper kütleli kara delikleridir. modern fizikte zaman yolculuğunun gerçekleştirilebilmesi konusu pek mümkün değilmiş gibi bahsedilse de bu sadece fizik perspektifindeki kuramlar üzerinden açıklanmaya çalışıldığı için imkansız gözükür. oysa ki şimdiye kadar yaşamış eski medeniyetlerin bu konuda ne kadar gelişmiş olduklarını geride bıraktıkları ipuçlarından görebiliyoruz.
tabi bu zamanda yolculuk konusu bu şekilde üstünkörü anlatılacak bir konu değil hızlı bir şekilde geçiyorum, sonra daha da detaylandıracağım.
zaman algısı her ne kadar baktığımız perspektife göre değişse de kollektif bilincin yarattığı manyetik alan da bu gerçekliğin kodlanması konusunda çok büyük rol oynuyor haliyle.
aslında Metaforik anlamda gördüğümüz her objeyi her maddeyi matrix düzleminde sabitlenen bir kod değeri olarak düşünebiliriz.
Gözlemcinin bilinci 3. boyutta kollektifteki bu kodlamalara göre maddeyi yaratıyor ve algılıyor.
Şöyle düşünün çocukluğunuzdan itibaren kullandığınız bir bardağın işlevi ve görevi hakkında bir yargıya sahip olmasaydınız o hala sizin için bir bardak olur muydu?
Yani neyi nasıl öğrendiysek o şekilde görüyoruz. öğrenilmiş gerçeklik psikolojide ki öğrenilmiş çaresizlik gibi kodlanma hali. Bunu yaşadığınız realite için düşündüğünüzde şimdiye kadar bilinen daha doğrusu anlatılan insanlık tarihinin bir kazı sonucu bambaşka bir hikayeye dönmesi gibi bir noktaya evriliyor. örnek verecek olursak göbekli tepe deki kazı sonucu değişen gerçekliğimiz gibi.
İşte tam bahsettiğim şey aslında holografik bir kuantum yapısı, daha doğrusu dream stage olarak tanımlanan matrix algoritması. Dolayısıyla özel görelilik teorisi burada hem kuantum perspektifinden hem de fizik açısından birbirine bağlanabilir hale geliyor. Yazının ilerleyen kısımlarında şimdiye kadar öğrendiğimiz matematik kurallarını ve kimya'daki elementeleri frekanslar üzerinden detaylandırdığımızda gerçekliğinin, öğrendiğimizden ne kadar farklı olduğunu keşfedeceksiniz, o yüzden tavsiyem şimdiye kadar öğrendiğiniz algı ve olgularınızı bir kenara bırakarak tamamen özgür bir zihinle bu bilgileri okumanız olacaktır.
Alışılmış olan bilginin beyin algoritmasında yarattığı pattern belli bir düşünme yapısı ortaya koyar ve farkındalık halinde nöronların titreşimi kişinin düşünme yapısındaki perspektifler kadardır.
beynimizdeki bu elektromanyetik alan tıpkı evrendeki titreşimlerin yaydığı elektromanyetik dalgalar gibidir.
yaşadığımız boyutta da realite bu manyetik alan üzerinden dönüşür.
hatta şunu da belirtmek isterim ki realite aslında, gördüğünüz, dokunduğunuz, hatta kokladığınız veya tattığınız herhangi bir şey içinde bulunduğunuz gezegenin içerisinde ki bilinç düzeyine uygun tasarlanan frekansın basit bir vizyonundan ibaret. Yani görmeniz, dokunmanız hatta bir meyveyi yeme haliniz bile gerçekliğin ispatı değil.
Modern bilimde en son kanıtlanan atomların birbirine dokunmadığı teorisi aslında birçok fikrin gerçekliğe dayandırılarak açıklama tezini çürütmüş durumda. Eğer atomlar birbirine dokunmuyorsa tuttuğumuz kalemin tattığımız yemeğin hatta kendi cildimize dokunduğumuzda ki hissin nasıl gerçek olduğunu savunabiliriz ki ?
Cevap aslında manyetik alan üzerinden, frekansların yaydığı titreşimler yoluya. Bir frekans değeri olduğunuzu düşündüğünüz perspektifte titreşimleriniz manyetik alanınızı oluşturur, aslında dokunmadan hissedebilecek bir potansiyele sahip bedenle çalışıyorsunuz daha doğrusu her bir nesnenin veya her bir bireyin kendi manyetik alanını hissediyorsunuz, dokunduğunuz fikri üzerinden. Aslında bu insan bedeninin ne kadar psişik bir etki altında madde ile çalıştığının da kanıtı. Telepati, telekinezi ve diğer psişik güçlerin asıl doğanız olduğunu bilim üzerinden ortaya koyan mükemmel bir ifade. Her ne kadar bilim somut kanıtlar üzerinden ilerlese de atom altı parçacıklarının çalışma prensibi kuantum fiziği üzerinden tam bu alışılmış ve kabul görmüş bilimsel gerçeklikleri altüst etmiş durumda. Atomların birbirine dokunmaması insan formunun telepatik bir varlık olduğunun da en büyük kanıtı olarak bugün sahip olduğumuz bakış açısını bir üst perspektife taşırken, insan formunu kendi gerçekliğine de bir adım daha yaklaştırmış oluyor.
Maddesel plan içerisinde bulunan insan bilinci,varolduğu realiteyi perspektif olarak maddesel plan gözüyle tanımlar. Bundan dolayıdır ki yukarıda bahsettiklerim size fantastik bir oluşum gibi hissettirebilir, ancak şunu unutmamanızı rica ediyorum sahip olduğunuz bakış açıları doğru veya yanlış olarak nitelendirilemez. Bilgi ve deneyim bir arada oldukça idrak seviyeleri daha geniş perspektife uyumlanır. Çünkü aslında idrak seviyeleri her bir bilinç seviyesi perspektiflerden oluşan frekans basamaklarıdır tıpkı boyutlar gibi. Hepiniz interstellar filmini izlemişsinizdir. Kitaplık sahnesindeki boyutlar arası iletişim baktığınız perspektif ve o perspektifi fark edebildiğiniz noktada bilinç seviyenizin yaydığı frekans ile alakalı. Bakmakla görmek arasında ki fark dediğimiz şey aslında idrak etme hali. Örneğin; günlük hayatta en çok kullandığınız şey telefon, ve en çok kullandığınız özelliği de kamerası, eğer düşük çözünürlükte bir kameraya sahipseniz çektiğiniz fotoğraflar istediğiniz kalitede çıkmaz, çözüme ise daha üst bi versiyonunu alarak ulaşırsınız. Aslında bu bir üst perspektife geçiş halini çok basit olarak açıklar, göremedikleriniz için farklı bir bakış açısına ihtiyaç duymanızdır. İdrak edemedikleriniz de bildikleriniz konusunda değişime açık olduğunuz sürece kendinize katacak olduğunuz yeni perspektifler sonucu açılacak alanda görüş alanınıza girer.
MS2150 kitabı çoğumuzun sahip olduğu bir kitap hatta benim yolculuğumda çok önemli bir basamak yaratmış bir kitap. Kitabın ilk sayfasındaki söz her zaman her ne hatırlamaya çalışırsam çalışayım zihnimi açmak için bir anahtar görevi gördü...
‘Bir zihnin gelişkenliği, kabul edilemeyeni kabul edebilmesi ile ölçülür’.
Olmaz dediğimiz her ne ise evrenin sonsuz yaratımın gücünü limitlemekten ve küçümsemekten başka bir işe yaramaz.
Her bir olasılığın kendini gerçekleştirme potansiyeli olan 3. Boyutun quantum yapısında, odaklandığınızda yaydığınız manyetik alan üzerinden o olasılığın titreşimini güçlendirmenizle alakalıdır. Eskilerin iyi düşün iyi olsun, kötüyü çağırma gibi günlük ifadelerinin altında yatan gerçeklik tamamen bireyin deneyimlemek üzere olacağı olasılığı belirleyebilecek güçte olduğunu anlatır.
Dualite dediğimiz kutupluluk gerçekliğinin felsefesi her kutup birbirine karşıttır ama kutuplar birbirinin özünü karşıtında barındırır. Aslında tüm başarılarınızın yakıtı yaşadığınız olumsuzluklardan, tüm gücünüz ise zayıflıklarınız sayesinde ortaya çıkar. Her bilginin gölgesi, her gerçekliğin illüzyonu denklik için bu boyutta var olmak zorunda. O yüzden bu yazıyı okurken bile hislerinizin size ne söylediğine odaklanın. Asla hiçbir bilgiyi olduğu gibi kabul etmek zorunda hissetmeyin. Sizin ne kadar çok perspektifiniz olursa ne kadar çok araştırırsanız, bilinç süzgeciniz de sizi doğru bilgiye ulaştıracak farkındalıkta olacaktır.
Frekansların aslında beyin dalgalarımız üzerinden sosyal hayatımızı şekillendirme yolu da birçok araştırmaya tez konusu olmakta. Özellikle sosyal çevremizi oluşturan, beyin dalgalarımızın yaydığı frekanslardır yani bilinç yapımıza göre sosyal çevremiz oluşur. Biz bunu karşımızdaki kişiden elektrik alamadım veya ortak dilden konuşmuyoruz gibi ayrımlar üzerinden tanımlasak da asıl arka planda olan sebebi budur. Aynı psikolojik seviyede olan insanlarla tanışmamızın sebebi frekanslarımızın rezone olma halidir, uyum gösterdiğiniz frekansa daha kolay çekilirsiniz. Her ne kadar farklı kutuplar birbirini çeker teoremi doğru olsa da bizler aruzladığımız seviyeye ulaşmak veya dönüştürmek istediğimiz taraflarımız için kendimizden daha farklı frekanslara çekiliriz ve bunlar nadir gerçekleşir. Hayatınıza sizden çok farklı biri aniden girdiğinde ve aniden çıktığında öğrenilmesi veya değiştirilmesi gerekenlere hizmet için bu deneyimin yaşandığını düşünüyorum. Fakat günlük hayatta sabit değer dediğimiz sosyal çevrenizdeki insanların oluşturduğu kollektif titreşim ağı uyumlu olduğunuz spektrumdur.
Hayatımızdan çıkan insanlar ise artık rezone olamadığımız frekans titreşimlerinden dolayı manyetik alanımızda var olma halleri zorlaştığından spektrumdan ayrılırlar.
frekanslar, sosyal yaşamımızda en çok görüştüğümüz 5 kişinin ortalaması bizim bilinç yapımızı belirlemede çok önemli rol oynar. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim çok aşina olduğumuz bir cümle,
Bu da frekansların başka bir perspektifle hayatımıza nasıl etki ettiğinin bir ifadesidir aslında.
insanın beyin dalgaları da belirli frekans seviyelerinden oluşur,
beyinin sahip olduğu 5 farklı elektromanyetik dalga aralığı;
Gamma (greater than 30Hz)
BETA (13-30Hz)
ALPHA (8-12 Hz)
THETA (4-8 Hz)
DELTA (less than 4 Hz)
gamma titreşim aralığı, bunlar sahip olduğumuz en yüksek titreşim frekanslı beyin dalgalarıdır. çok nadir gerçekleşir. Bu ölçümler EEG (elektroensefalograf) ile yapılır. Beyin içindeki farklı frekanslardaki beyin dalgalarını ölçer yani beyindeki bu elektromanyetik dalga aralıklarının frekans değerlerini gösterir.
Konu beyin frekanslarımıza gelmişken müzik endüstrisi üzerinden de manipüle edilen frekanslara değinmeden geçemeyeceğim.
1953 yılında Rockefeller vakfının müziğin frekansını değiştirme fikrinden yola çıkarak dünya çapında bir anlaşma yapıldı.(birçok makale yazısında bu bilgi tamamen uydurma bir haber olarak geçer fakat biliyorsunuz ki medya da zaten bu gerçekliğin illüzyonunu oluşturmakta)
Bunu doğal harmonik rezonansı olan 432hz den, mevcut bilinci bastıran 440hz'e değiştirdiler. çoğu müzik 440hz frekansına ayarlanmıştır.
Bu aslında vücudu negatif etkileyen bir frekanstır.
432hz frekansı aynı zamanda Tanrı frekansı olarak da bilinir. Bu frekans aralığı, doğanın her yerinde bulunur ve sizin frekansınızı doğanın kendisi ile uyumlar.
Kanser gibi bir çok hastalık vücutta dolaşan bu iyi frekanslardan hoşlanmazlar.
Ama negatif frekanslardan güç alırlar.
1953 yılındaki bu frekans değişimi hakkında daha derin bir araştırmaya girdiğimizde frekans aralıklarındaki bu uygulama tam anlamıyla dünya çapında 1970'in başında uygulanmaya başlandı. işin ilginç yanı Nazi Almanyası'nda Propaganda Bakanı Joseph Goebbels 1939'da tüm diyapazonların 440Hz'e değiştirilmesi emrini vermişti. sonrasında ise bunu ilk düşman birliklerinin bilinç algısını yönetebilmek için kullanmışlardır. uygulama başarılı olunca toplumun algı yönetimini sağlamak için de kullanmaya başladılar.
1834'te Alman Doğa Bilimcileri ve Doktorlar Derneği'nin Stuttgart Konferansı, Scheibler'in Tonometresi ile yaptığı çalışmalara dayanarak standart adım olarak C264'ü (A440) önerdi.
Hatta ısrail bu değişimden sonra The Beatles grubunun ülkelerine girmesini yasaklamıştır. o tarihlerde Beatles dünya turnesindeydi ve bu değişimden sonra çıktıkları ilk turnede Israil devleti tarafından ülkelerindeki gençlerin algılarına kötü hizmet ediyor gerekçesiyle banlanmışlardır.
İkinci dünya savaşından sonra yapılan bu değişiklik içinde bulunduğumuz 3. boyut realitesindeki kuantum yapısında çok büyük değişikliklere sebep olmuştur.
eğer şuan dünyadaki tüm enstrümanlar 432hz'e uyumlu olsaydı çok farklı bir gerçeklikte yaşıyor olurduk. hatta biraz daha detay vereyim tartaria uygarlığından kalan tüm devasa çanları kullanımdan kaldırmalarının da sebebi budur.
çünkü müzik her bilinci spiritüel olarak geliştiren bir şeydir. Ayahuasca seramonilerinde şamanların okuduğu ıkaru'lar, şaman davullarının frekansları, tibet çanları, kristal bowl'lar vb gibi tüm frekans şifası için kullanılan yöntemler bilincin duailte perspektifindeki illüzyondan kendi gerçekliğine uyanması için müziği, ruhsal farkındalık için doğru frekansta kullanan yöntemlerdendir.
dinlediğiniz müziğin size baş ağrısı veriyor olması doğru frekanstan beslenmediğinizi gösterir. müzik bir ilaçtır, bir şifadır. yanlış doz nasıl bir ilacı zehire dönüştürüyorsa müzik de bu şekilde günümüzde manipüle edilmektedir.
Müzik dinlemek için kullandığımız tüm platformlardaki yayınlar da bu frekans değeri üzerinden yayın yapmakta.
Bu iki frekans tonu arasındaki tını farkını video da paylaşıyorum, odaklanarak dinlediğinizde farkedeceksiniz.
beyindeki frekans dalgaları ile ilgili konuya hızlı bir şekilde geri dönecek olursam,
Belki aranızda Darryl Anka’ yı bilenleriniz vardır, Bashar ismiyle de tanınan ünlü kanal medyumu, kanallık yaptığı üst bilinç varlıkla olan iletişimi sırasında bu EEG testine tabi tutulmuştu, aşağıda konu ile ilgili videoyu paylaşacağım. Darryl Anka yani diğer adıyla Bashar, 1980'lerin başından beri kanallık yaptığı Bashar'la tanınan bir film yapımcısı aslında. Sanatçı ve kanalcı kimliği ile ön plana çıkan Darryl Anka'nın metafiziğe ve bilinmeyene olan ilgisi UFO'larla yakın karşılaşmalarıyla daha da güçlendiğini ifade ederken, bu vesile ile kanallığı keşfetmeye yöneldiğinden bahseder. Darryl’in yaptığı aslında meditatif bir süreç aracılığıyla, Bashar aspektinin mesajlarının iletilmesine izin vererek maneviyat, kişisel güçlenme ve gerçekliğin doğası hakkında iç görüler aktarmaktır. Anka’nın yazdığı kitaplar, çektiği filmler ve yönetmenlik yaptığı filmleri inceleyebilirsiniz. Bunlardan en bilinenleri 2015 yapımı First Contact, görsel ve özel efekt tasarımcısı olarak görev aldığı Star Trek’tir.
Kollektifin kanallığın gerçekliğine ilişkin şüphelerine rağmen, birçok kişi Bashar'ın öğretileriyle meşgul olduktan sonra hayatlarında olumlu dönüşümler olduğunu ifade ederken, Bashar’ın bu kanallık sırasında yapılan EEG testleri de aslında bu bağlantının bilimsel kanıtını ortaya koymuştur.
Bashar’dan bahsetmek istedim çünkü beyin, yani sahip olduğumuz quantum yapısı, tüm bu frekans bütünlüğünün içerisinde farkındalık ve bilgi akışı için kullandığımız bir anten görevi görür. Tüm o sanatçıların ilham adı altında madde plana entegre ettikleri yaratımlar, anlık yaşadığınız farkındalıklar, vizyonlar bunların hepsi evrenin kendi bilinç yapısına anlık gerçekleştirdiğimiz bağlantılardır. Belirli frekans değeri daha doğrusu yaratım noktası olarak bilinen kaynak (Kadir-i Mutlak olarak da bilinir) ya da yaratıcı, ile hizalanma rezonansında kendi öz benliğimiz ile kurduğumuz bilinçsel iletişim sayesinde gerçekleşmektedir.
Sorgulama yeteneğiniz geliştikçe, bilinç frekanslarınız yüksek titreşimlere uyumlanmaya başlar. Günlük hayatta Beta seviyesi dediğimiz 13-30 hz arası titreşen beyin manyetik alanı, uykuya geçiş esnasında 8-12hz arasında titreşmeye başlar bu seviye Alfa seviyesi olarak tanımladığımız seviyedir. sonrasında ise Theta seviyesi gelir ki bu seviyede de beyin dalgalarının frekans spektrumu 4-8hz aralığındadır. Bu spektrumlar bilinç altı kodlamalarının yapıldığı frekans aralıklarıdır. Özellikle regresyon veya telkinle hipnoz esnasında kişi çocukluk travmaları konusunda bir seans alıyorsa bilinci bu frekans sevilerine uyumlandıktan sonra o anıyı yedinen kodlama aşamasına geçilir.
Şuan belki de daha önce hiç farketmediğiniz, belki de hiç sorgulama ihtiyacı hissetmediğinizden dolayı görünür olmamış bir bilgi paylaşacağım sizinle.
regresyon seanslarında veya telkinle hipnoz seanslarında seanslarında sizi geçmiş travmatik anılarınıza götürerek o andaki duygunuzu değiştirmenize yardımcı olduklarında, şimdi ki zamanda yaşadığınız sorunlara çare yaratabiliyor olmaları, geçmişte değiştirdiğiniz her olayın şimdiki anınıza etki ediyor olması aslında bilinçsel bir zaman yolculuğu yapılabilindiğinin bir kanıtıdır.
Şu andaki seçimleriniz gelecek zaman çizelgesine etki ediyorsa, şimdiki zamandan da geçmiş anıları etkilemek bu şekilde mümkün. Bu perspektiften bakınca aslında bilim zaman yoluluğunun kanıtını telkin tekniği ile kanıtlamış oluyor. Çok ilginçtir ki bu aslında zaman kavramının da varolmadığını kanıtlıyor. Ben metafizik alana ait olan psikolojinin sadece bilim adı altında açıklanmaya çalışılmış olmasını her zaman yetersiz bulmuşumdur. bu bütün dünyadaki toplam 342 adet kan grubu antijenine sahip insanları tek çeşit aşıyla iyileştirebilecek olduklarını düşünmeleri ile aynı mantık, toplumun geneline göre çıkarılan istatistikler bu kadar çeşitli bilinç evrelerine sahip insanların tek bir davranışı tek bir neden-sonuç ilişkisine bağlayarak iyileştireceğine inanması belki de benim anlamakta yetersiz kaldığım bir konu bilemiyorum.
fakat bugün genele baktığımızda bilimin ele aldığı psikoloji, herkese tek tip ilaç mantığı uygulanarak çözülmeye çalışıldığında sonuçlarını günümüzdeki toplumun psikolojisinin sağlığından analiz edebiliyoruz.
ismi ruh sağlığı olan fakat beyin yapısı üzerinden sadece bilimle analiz edilerek çözülmeye çalışılan bilinçsel problemler baktığımız realiteninde ne kadar illüzyon kısmında varolduğumuzu gösteriyor.
İnsanın oğlu asırlardır madde plana o kadar entegre edildi ki, metafizik benliğinin fantastik bir arketip olduğuna inandırıldı. Oysa ki madde, bilinç etkisi ile dönüşümünü sağlar. Yaratıcılık olmasaydı madde insan formunun yaşamında bu kadar çeşitlenemezdi, dönüşemezdi. Bilimi var eden ilim olmasaydı, bilimin fayda sağlayan kısmı bu kadar gelişmişlik halinde olmazdı. Metafizik ve fizik ortaklaşa çalışmadığı sürece de biz asıl gerçekliğimizden hep ayrı tutulmuş olacağız. Eğer madde planın metafizik planın bir yansıması olduğu perspektifini kabul edebilecek gelişkinliğe ulaşırsak, kollektif olarak her varlık buradaki planı seçimleriyle oluşturduğunda üst plana etki ettiği gibi üst plandan da etki aldığının farkındalığına ulaşacaktır.. Her şey titreşimlerin dalga boyları ile birbirine etki halinde..aslında bakıldığında ne kadar büyük sorumluluk...tüm zaman aralığı yani matrix loop dediğimiz döngüde ki patternler her bir bilincin seçimleri doğrultusunda yaydığı frekanslara göre şekil almakta tabi bu da farklı bir blog postunun başlığı olacak kadar detaylı bir konu.
bütün sahip olduğumuz duyguların da bir titreşim frekans aralığı vardır. her duygunun frekans değerlerini içeren tabloyu paylaşıyorum detaylı bir şekilde inceleyebilirsiniz.
Her duygumuzun frekansı olduğu gibi her organımızında kendine ait bir frekansı ve bunlara denk gelen nota aralıkları vardır. mesela kalbimizin titreşim frekansı 'FA''dır. ve bu notalar yukarıda bahsettiğim fibonacci sayı sekansları ile paraleldir.
Fibonacci ve altın oran sıklıkla birbirinin yerine kullanılır, bu kafa karıştırıcı olabilir ancak bunun nedeni aynı madalyonun iki yüzü olmalarıdır. Bir Fibonacci sayısını önceki Fibonacci sayısına bölerseniz yaklaşık olarak 1,6180339887 altın oranını elde edersiniz.
İlk birkaç Fibonacci sayısı
1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34 ve 55 şeklindedir.
İkinci 1'den başlayıp her sayıyı son sayıya bölerek veririz.
1, 2, 1,5, 1,666, 1,6, 1,625, 1,615, 1,619 ve 1,6176
Bu altın orana yakınsar ve tam olarak sonsuzdaki altın orandır. burada kısaca hatırlatmak gerekirse,
Altın oran, pi ve pasta ile kafiyeli olan Yunanca “phi” harfi olarak karşımıza çıkıyor. φ (küçük harf) veya ϕ (büyük harf) gibi görünür.
“Fibonacci Kelimesi” tavşan dizisine benzer ancak altın orana ve Fibonacci dizisine bağlanır. Bir daireyi altın orana göre bölerseniz, ortaya çıkan iki açıdan küçük olanına “Altın Açı” denir.
Bir daire üzerine belirli derecelerin katları şeklinde işaretler koyarsanız, daire üzerindeki noktalar arasında en fazla üç farklı mesafe olacaktır.
Fibonacci dizisinin büyük bir kısmı düşük titreşimi temsil eder ve küçüldükçe daha yüksek titreşimler oluşur
1-do / 2-ti /3-la /5-sol /8-fa /13-mi /21-re /34-do
Şimdi çok ilginç bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum,
bir çoğunuzun aşina olduğu gibi kalp çakrası yeşil renk ile temsil edilir, notaların renklerine baktığımızda yeşil renge denk gelen 'FA' notasıdır ve rakamsal karşılığı 8 dir. 8 aynı zamanda sonsuz döngüdür yani matrix loop dediğimiz kendi kuyruğunu yiyen yılan olan Ouroboros' tur. bu ikiliğin bir döngü şeklinde birleşme halini
iki hücre bir araya geldiğinde de şahit oluyoruz. hatta nötron ve proton çarpıştırıldığında tam olarak yin-yang deseni oluşuyor.
iki zıt kutup (dualite) yaşamın başlangıcını, aynı zamanda yaşamın tohumunu, yaşamın çiçeğini, kutsal geometriyi temsil ediyor.
3. boyut zihnimiz, yüksek, alçak, iyi ve kötüdür. ayrımı başlangıç ve son perspektiflerinden yapar. Mesela yüksek frekanslı sesler güzel olduğu gibi düşük frekanslı sesler de güzeldir. burada kafanız karışmasın düşük frekans enerjilerinden bahsetmiyorum değindiğim nokta ses aralıkları.
yani mesele asla herhangi bir duyguyu hissetmemekle ilgili değildir, nasıl hissedileceğiyle ilgilidir,
ve bunun nasıl yapılacağı sevgi FA'nın titreşim frekansını kullanmakla alakalıdır.
matrix'in evrensel dili ingilizce de 'HEART' kelimesini incelediğimizde ise
karşımıza 'EARTH' kelimesi çıkar. anagramlar ve etimoloji ingilizcenin bilinç yapısı kodlama yöntemi hakkında çok ilginç bilgiler ortaya çıkarıyor kısa kısa bahsediyorum ki sonraki konular adına yeni başlıklar oluşsun.
dünyanın frekansı dediğimiz Schumann Resonance neredeyse 8 hz de titreşir. dolayısıyla içinde bulunduğumuz kollektif bilinç ile bağlantı kalp yoluyla kurulur. yani kalbe gelen bilgi ile...
İlk hissettiğin her zaman doğrudur cümlesinin alt metni işte tam olarak böyle açıklayabiliriz...farkındalıkla gelen bilgi....kalp gözü, üçüncü göz ismi ne olursa olsun...
iki gözün gördüğü, iki farklı kutuptan gelen bilginin birleştiği noktadan çıkan yeni perspektifte...
her şey bu kadar açıkken dünya şuan neden en sert kaosa maruz kalıyor peki?
sorunun bir kısmı, dünyayı anlamlandırmaya çalışmamızın temelleri olan bozuk matematik ve fen bilimlerimizde yatmakta aslında. Temel sorun genellikle her şeyi yaratan o tek frekansın denklemden çıkarılmasından kaynaklanıyor, bu da bizi Eter'i veya her şeyi yaratan temel tabakayı görmezden gelmeye ve dualitenin yalnızca yarısını, yani eril yönü incelemeye yönlendirmesinden dolayı. Bu bütünsel anlayış eksikliği, bütünleşmek ve kavramak yerine bölme ve fethetme eğilimine yol açmaktadır. Bunu kabul ederek dünyamızı oluşturan unsurlara ilişkin anlayışımızı yeniden inşa edilebilir hale gelmemiz lazım. Tüm elementlerin aslında tek bir kaynak ve tek bir yaratıcıyla, farklı hızlarda titreşen aynı madde olduğunu kabul etmek, altını ve kurşunu aynı şeyin farklı şekilde titreştiğini keşfetmemizle alakalı. Bu kabul edildikten sonra, bir sonraki soru, eril ve dişil yönleri temsil eden, tekrarlanan oktav dizileri halinde organize olan piyanodaki beyaz ve siyah tuşlara benzer şekilde, oktavlara dayalı olarak öğelerin kendilerini nasıl organize ettiğidir.
Salınım yani, frekansın dalga boyları,
C, D, E, F, G, A, B
Daha sonra tekrar C'de yeniden başlarlar.
7 ton bir oktavı oluşturur.
8. tona ulaştığınızda. Bir sonraki oktavda aynı 7 kalıbın tekrarıdır.
Do, Re, Me, Fa, So, La, Si, Do
Her ikisinin de yapılışı aynıdır. Sadece biri bir sonraki oktavın üstüne denk gelir. Ve bir piyanoda... bütün C'ler aynıdır. Tıpkı tüm F'lerin aynı olduğu gibi.
Sadece daha yüksek ve daha düşük frekanslarda rezonansa girerler. Piyanoda ortadaki bir C'ye vurduğunuzda, tüm C telleri titreyecek. Aynı şey evren için de geçerlidir.
Yukarıdaki resim sıfır noktasından çözülen girdabı görselleştirmekte, diğer bir tanımıyla matrix bilinci, Eter, üst frekans vb. olarak da bilinir. Sarkaç sola veya sağa sallanabilir; bir tarafı erkeksi, diğer tarafı kadınsıdır.
(Tam burada küçük bir yan not belirtmek istiyorum: Bu bakış açısı, unutmayınız ki, 3. boyut perspektifinden bakıldığında ortaya çıkan bir algıdır. Tam olarak gerçekliğin özü hakkında kesin bir şekilde bu perspektiften bahsetmemiz mümkün değil.) Bunlar evrenin içeri ve dışarı nefesleridir: genişleme ve daralma, elektrik ve manyetizma.
Her iki tarafta 3 ton ve bir çift cinsiyetli yarım ton vardır. Resmin ortasında gördüğünüz gibi, bu ileri geri sallanma girdabı çözer. Yukarıdaki girdabın etrafındaki her yarım daire bir oktavdır ve her oktavın da kendi içinde 7 parçaya bölündüğünü görüyorsunuz.
Bu 7 parçanın her biri, dairenin dış kenarındaki belirli bir renk ve sesle eşleşecektir. Bu oktavlar aşağıdaki görüntüyle eşleşecektir.
Her şey bu modeli takip eder: renkler, sesler, kokular, elementler. Yani her rengin bir sesi, her elementin bir sesi ve rengi vardır.
Bazı insanların
renkleri duyabildiği, sinesteziyi belki duymuşsunuzdur. Bende sinestezik bir algıya sahibim; hatta bunun ne anlama geldiğini bilmediğim dönemlerde çok zorlandığım zamanlar olmuştur. Her bir sayının rengi, kokusu, müziği ve tadı ile çok mücadele etmiştim sayıları öğrenirken. Hala daha insanların telefon numarasını yazarken veya herhangi bir sayı dizisini aklımda tutmak istediğimde renk, tat, koku veya ben de yarattığı tını üzerinden hafızama kaydederim. O yüzden timbre benim başka bir gerçeklikte sahip olduğum bir benlik senkronizasyonudur.
Dolayısıyla sinestezik gerçeklik bu bilgiler ışığında kabul edilebilir bir alan açar, çünkü her şey bir oktav içindeki bir frekansla eşleşiyor.
Şimdi...
Akla gelen diğer bir soru ise tüm bu harmoni bizim dna'mızla nasıl bir açıdan ortak payda da buluşuyor?
Belki aranızda son dönemde bu konuyla ilgili araştırmasıyla öne çıkan Terrance Howard'ı duyanlarınız olmuştur.
aşağıda oxford üniversitesinde yapılan soru cevap videosunu paylaşıyorum mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
dna' mızın ana elementlerinden devam edecek olursam ki yukarıdaki videoda da çok daha detaylı açıklamasını dinleyeceksiniz.
bu tablo elementleri öğrendiğimiz düz periyodik tablonun asıl hali.
aşağıdaki tablo ise renkler üzerinden açıklanmış hali.
yukarıdaki resimde Resmin ortasından aşağıya doğru uzanan çizgiye bakacak olursak, Helyum, Neon, Argon vb. gibi elementleri bulacaksınız.
Bunlar soy gazlar veya ana tonlardır.
Tam bir oktavı temsil ederler. Kendi bölümlerinde 7 tonun tüm enerjisini ve tonlarını barındırırlar.
Helyumdan Flourine'e bir oktav, yani 5. oktavdır.
Neon daha sonra Klor'a kadar 6. oktavda başlar.
Her oktavda fark ettiğiniz gibi,
Renk spektrumunun kırmızı ve mavi uçları vardır.
Bunlar eril ve dişil sarkaç salınımlarıdır.
Ortada sarı, nötr, biseksüel ton var.
Her oktavın üst yarısı olan kırmızı kısım elektriklidir.
Mavi, alt yarısı manyetiktir.
Sol üstteki karbonun nötr olduğuna dikkat edin. Biz de buyuz.
UFO topluluklarında uzaylıların silikon bazlı olduğunu düşündüklerini duyacaksınız.
Bunun da orta nötr alan olduğuna dikkat edin, ancak altımızda 5. oktavdaki bir sonraki oktavın Başka bir nötr temelli yaşam formlarıdır.
Daha eski bir yaşam formu.
Kırmızı ve maviyi düşündüğünüzde polis renklerinin bu kadar rahatsız edici olmasının nedeni aslında budur.
Temel algınızı bu gerçekliğin eril ve dişil renk aralığına göre yönlendirilmiş olması.
Her element yalnızca bir oktav içinde spektrumun karşı tarafında bulunan eşi nedeniyle var olabilir.
Bunların hepsi dualite çiftleridir.
-Sodyum ve Klor bir bileşiktir...
-Alüminyum ve Fosfor bir bileşimdir...
-Oksijen ve Berilyum bir bileşiktir...
Her oktavda, eğer elementlerin sayısını sayarsanız, istisnalar dışında 7 tane vardır.
Bunlar bahsettiğim oktavdaki 7 tona eşlenir.
Ve yine bunların hepsi bir renk ve belirli bir frekansla eşleşir.
Her renkten bir tanesi her oktavda her zaman aynı yerde olacaktır.
Her oktavdaki 7 yerden. Oktavdan bağımsız olarak her öğe aynı konumdadır. Esasen aynıdırlar. Tıpkı piyanodaki tüm C tuşlarının aynı olması gibi.
Tek fark, bir oktav daha yüksek olmalarıdır.
Örneğin...
-Hidrojen, Karbon, Silikon ve Kobalt aynıdır
- Lityum, Sodyum, Potasyum… aynıdır.
Sadece birbirleriyle rezonansa girerler.
Bu oktav ölçeğine baktığınızda. Onları anlamaya yardımcı olmak için bunu genel bir kural olarak kullanabilirsiniz.
Toplamda 10 oktav vardır.
Düşük oktavlar daha fazla güce sahiptir.
Daha yüksek oktavlar daha fazla hıza, yani ışığa sahiptir.
Kasırga gibi...
Enerji sıfır noktasından yani ruh aleminden çıktıkça girdabın ortasında daha fazla güç oluşur.
Kasırgaya doğru genişledikçe işler daha hızlı ve daha kaotik bir şekilde ilerler.
Aynı prensip yaşlanma için de geçerlidir.
Çocuklar yaşlılara göre daha fazla enerjiye sahiptir.
İlk 5 oktav erkek ve elektro pozitiftir. Bunları doğum, çocukluk ve gençlik gibi düşünebilirsiniz.
İkinci 5 kadın ve elektro negatiftir. Bunlar çözülme ve ölüme doğru düşüşü temsil eder.
6. oktavdan sonraki oktavların 7'den çok daha fazla tona sahip olduğunu fark etmişsinizdir.
Bunlar yarım tonları veya izotopları temsil eder.
Burada biraz karmaşıklaşıyor ama şimdilik şunu söyleyebilirim, bu ek tonlar her oktavdaki enerjinin çok yükselmesinden kaynaklanıyor...
İçlerinde daha küçük enerji girdapları yaratmaya başladığında düzensiz enerji kümeleri oluşur.
Bütün bunlar neden önemli?
Olaylara bu şekilde baktığınızda...
Eril ve dişil ikiliğini göz önünde bulundurarak etrafınızdaki dünyada sezgisel olarak gezinmenizi sağlar.
Bir oktavın 7 tonunun yanı sıra,
Her şeyin bu modeli izlediğini bildiğiniz zaman,
Henüz keşfedilmemiş şeyleri doğrulukla tahmin edebilirsiniz.
Walter Russell elementleri keşfedilmeden önce bu şekilde biliyordu.
Basitçe şunu söylemiştir...
'Bir sonraki oktavda... bu konumda bir şey olmalı'
Gerçi henüz bulamadık.
Evrendeki gezegenlerin ve her şeyin haritasını çizebilirsiniz çünkü siz sadece girdabı sarmalayıp çözüyorsunuz.
Astroloji de aynı fikirden hareket eder.
Terrence Howard 'ın bahsettiği birçok fikir, Walter Russell'dan ilham alıyor aslında. Russell, "Evrenin sırlarına ulaşan adam" olarak bilinir ve bu ünvanı 100 yıl önce almıştır. Nikola Tesla gibi büyük isimlerle çalışan Walter Russell, çalışmalarını Tesla ile paylaştığında Tesla ona şunu önermiştir: "İnsanlık buna hazır olana kadar bu kozmik bilgiyi 1000 yıl boyunca saklayın." Russell'ın Einstein'ın çalışmalarını okurken çekilmiş fotoğraflarını da görebilirsiniz. Einstein, son yıllarında Russell'ın çalışmalarını incelemediği için pişman olduğunu bile söyledi. Russell'ın çalışmalarından öğrenecek çok şey var ama en önemlisi, gücün girdap olduğudur.
Maddeyi yaratan şey tam olarak budur. Girdabın her katmanı, dünyamızda sürekli gördüğünüz kalıpları temsil eden yedi boyuta bölünmüş bir oktavdır:
Do, Re, Mi, Fa, So, La, Si, Do;
gökkuşağının yedi rengi;
vücudunuzdaki yedi delik;
haftanın yedi günü;
yedi kıta ve yedi çakra.
Girdap, evrenin kendini nasıl katlayıp açtığını gösterir.
Farkında bile olmadan bu kalıpları her yerde görüyorsunuz ama genellikle dikkat etmiyorsunuz.
Kasırgalar ve hortumlar bir girdaptır;
volkanlar ters çevrilmiş bir girdaptır;
bitkiler spiral şeklinde fidelerden dışarı çıkar;
galaksiler ve gezegenler girdap yörüngesine sahiptir;
çam kozalakları ve deniz kabukları gibi şeyler girdap tasarımları oluşturur;
elektronlar dönen girdaplar oluşturur.
Tesla'nın 700'den fazla patentinin olmasının bir nedeni var:
Girdabın her şeye güç verdiğini keşfettiğinizde, bu şekli kullanarak dilediğinizi oluşturabilirsiniz. Her gün kullandığınız icatların çoğunu düşünün;
çoğunda girdabın bir şekilde birleştirildiğini göreceksiniz. Bazen girdabın kendisi, bazen de bu enerjinin azaltılmış bir versiyonu olan dönme hareketi veya dairesel şekil olarak karşımıza çıkar.
Elektrik jeneratörleri, mikserler, helikopter pervaneleri, güneş panelleri, hoparlörler, vantilatörler, su pompaları, disk frenler ve klima fanları gibi birçok şey, girdabın gücünden yararlanır.
Viktor Schauberger de girdapların gücünü kullanarak önemli keşifler yaptı. Yapılandırılmış su ve UFO'ların havaya yükselmesi gibi ileri teknolojiler aslında gezegendeki en gelişmiş buluşlardır ve hepsi girdapları kullanır. Vücudunuz da bu prensibi takip eder. Vücudunuzda işlev görmesini sağlayan başlıca hormonları üreten yedi önemli endokrin merkezi bulunur: testosteron/östrojen, melatonin, kortizol ve diğerleri. Bu merkezler, enerji girdapları olan yedi çakranızla eşleşir. Endokrin bezleri, çakralarınızdan gelen enerjinin biyolojik gerçekleşmesidir. Tüm maddeler, biyolojik olanlar da dahil, girdaplardan çıkar.
Terrence Howard'ın bu soru-cevap videosu, Russell'ın çalışmalarını geniş bir kolektif bilinçle bir araya getirerek önemli bir dönüm noktası yaratacak.
Bu farkındalık, manipüle edilmiş bilim, matematik ve enerji sistemlerimizin algoritmasını yeniden kodlayarak inşa edebileceğimize dair sırları ortaya çıkarıyor,
bana göre. Bu, dünyayı ve maddeyi dönüştürmenin yanı sıra birçok başka şeyi nasıl mümkün kılabileceğimizi de gösteriyor. Ayrıca, eril ve dişil enerjileri nasıl dengeleyebileceğimizi daha derin bir anlayışla kavrayacağız. Toplumun eril enerjiden dişil enerjiye doğru kayarak nasıl bir dengeye ulaştığını gözlemleyeceğiz.
Enerji üretimi için artık dünyanın dengesini bozan teknolojilere bağımlı kalmayacağız.
İçinde bulunduğumuz boyutun yükselen bilinç seviyesi ve Schumann rezonansındaki artışlar, Kova Çağı'na adım attığımız bu dönemde bilginin farkındalık ile birleşimini deneyimlememize fırsat tanıyacak.
ilk blog yazısını beni tüm bu arayışa iten bir sözle bitirmek istiyorum, umarım keyifli bir okuma olmuştur. haftaya yeni bir başlıkta görüşmek üzere...
...what you are looking for is already the place you are looking from...
kaynak: vikipedia, body electric, terrence howard, Viktor Schauberger, walter russell, kuantum mekaniği, her zaman araştırmalarıyla önümü açan mete hocama da sevgiler...
Comments